11 Kasım 2010 Perşembe
Fenerbahçe Ülker - Montepaschi Siena 81-68 (Salondan İzlenimler)
Geçen haftaki zaferin rüzgarını arkasına alan erkek basketbol takımımız, taraftarının da yıllar sonra bir Avrupa kupası maçına beş haneli rakamlarla ilgi gösterdiği bir günde oluşan güzel ve etkileyici atmosferde maçı kazanmasını bildi.
Ataköy'e gitmek için yola düşerken bayan basket takımımızda Caferağa'da Euroleague maçında ter dökmekteydi. Ne yazık ki iki farklı kıtada olan salonlar arasında trafiğin yoğunlaşacağı saatlerde, ne metrobüsle ne de denizotobüsüyle mekik dokumak güç gözüktüğünden bu hafta onları desteklemekten mahrum kalanlar çok oldu. Sinan Erdem'de gördüğümüz başkan ve yöneticilerin Caferağa'dan geldiklerini gece haberlerinde öğrenince nasıl yetiştiklerine şaşırmadım değil, ama büyük ihtimal deniz taksi ve polis eskortu kullanmış olabilirler.
Maça gidişimde tercih gene metrobüs oldu. Altunizade durağına gitmek için üstgeçitte yürürken orayı buluşma noktası gibi kullanan Fenerbahçeli gençler olduğu gibi, Gs atkılılar da gözüme çarptı. Bayan basket maçlarının olduğunu biliyordum ama futbolda kupa maçları olduğunu unutmuştum, bunlar bayan basket maçına bu kadar ilgi gösteriyor muydu yahu diye düşünerekten akbilimi basıp turnikeden geçiverdim. Saat altıyı geçmişti, durakta fazla yoğunluk olmadığı gibi ardarda gelen metrobüslerle oturarak Zincirlikuyu'ya geçmek mümkün oldu. Zincirlikuyu'da aktarmada ise, toplu taşıma sistemlerinde iyice tecrübeleşmiş Türk halkının Amerikan futbolcusu gibi birbirlerini omuzla itercesine yaptığı mücadeleden kaçınıp ayakta kalıverdim.
Saat yedi gibi Şirinevler durağına varmıştık, orada da üst geçit ve etrafı arkadaşlarını bekleyen taraftarlarla doluydu. Bu defa Ataköy siteler arasına girmeden, üstgeçitten inildiği gibi sola dönünce başlayan yolu kullanayım dedim. Otoyolu takiben paralel giden patika yol ışıklandırması biraz zayıf olsa da salona daha kestirme bir yol oluverdi. Yalnız tek falsosu yolun bitimiyle salon gözüktüyse de, salonla arada kalan otoyolu aşabilmek için kullanılacak olan tek bir üstgeçit vardı ve o da diğer geliş güzergahına daha yakın bir yere konuşlandırılmıştı, herhalde masraftan kaçınıp iki tane üstgeçit yapmak istemediler diye düşündüm. Normal bir yürüyüş temposunda 10 dakika kadar sürecek bu yol, üstgeçit mesafesinden dolayı biraz artıyor.
Üstgeçitte maça bilet satan karaborsacılar vardı, kime ne tutturursak tarzıyla 10-15-20 gibi farklı rakamlar duyuverdim. Almış oldukları bileti satıyor da olabilirlerdi ama belkide ele sıfır maliyetle geçirmiş oldukları kulübün veya Ülkerin promosyon,davetiye biletlerini bile satıyor olabilirlerdi, taraftarın basketbola ilgisi yönelince karaborsacılarda buraya akın etmeye başlayacaklar. Üstgeçitten salon tarafına geçince etraf geniş ve düz alana yayılmış seyyar satıcılarla doluydu. Kalabalık bir grup taraftarın toplu olduğu yerde ne var acaba diye bakınca pilav-nohut satan bir el arabası vardı. Ortalıkta köfte arabalarının yaydığı koku ve duman ile etrafa dağınık halde bekleşen Fenerbahçeliler vardı. Uzak bir kısımda gene bir araya toplanmış kalabalık bir grup gördüm, başlarındaki biri biletlerini dağıtıyordu. Bir umutla gişeye doğru yönelen ama biletler tükenmiştir yazısıyla karşılaşanlar da vardı, ben de gişelerin arkasında Ahmet Cömert salonu önündeki otoparka arabasını parkeden arkadaşın yanına gidiverdim.
Bir süre de onlarla muhabbet ederek zaman geçirirken, telefonla aradığım bir arkadaştan da Caferağa'daki maçın skorunu öğrenip alınan farklı galibiyet haberiyle keyiflendik. Etraftaki taraftar kalabalığı hızla artıyordu, arkadaştaki biletleri alacak olan diğer kişileri de bekliyorduk. Bu esnada ortalıkta bir gürültü kopuverdi, kaçın zabıtalar geliyor sesleri arasında bütün seyyar satıcılar panikle hareketleniverdiler. Bizim beklemekte olduğumuz taraftan koştura koştura operasyona çıkan zabıta ekibinden 6-7 kişi gördüm. Köftecisi, pilavcısı, bayrak vb. satanı hepsi kaçıyor, zabıtalar peşlerinden kovalıyordu. Alan çok geniş ve düz olduğundan uzak noktaya kadar neler olduğu görülebiliyordu, neredeyse 15000 kişinin geleceği bir akşamda müthiş bir iş potansiyeli yapacaklarını uman seyyar satıcıların bazılarının kaçamadıklarını gördük. Uzak bir noktada köfte arabası devrilmişti, bizim yakınlarımızda bir yerde pilav arabası devrilmişti, yerlere dağılan malzemeler, zabıtaların satıcılara olan sert tavırları bir şey yapmadım ekmek parası yakarışlarına, o zaman neden kaçıyorsun diye adamın arabası ortada devrilmiş kalmış yaka paça götürmeleri gibi trajik sahnelere tanık oluverdik. Salon içindeki büfeleri büyükşehir belediyesinin işletmesinden dolayı zabıtaların bu kadar sert bir operasyon yaptıklarını düşünüverdim, yıllarca stad çevrelerindeki seyyarcıların böyle kaçtıklarını görmemiştim.
Saat sekize doğru geliyordu, oradaki arkadaşlardan biri üşüdüğünü söyleyince, diğerleri dışarda beklemeye devam ederken ben de onunla beraber içeri gireyim dedim. Biletteki kapı numarasına göre kontrol noktasına geliverdik ki, alışkanlıkla girdiğim kuyrukta sıranın kadınlarla dolu olduğunu ilk başta farkedemedim, meğer haremlik selamlık gibi uygulanıp kadınların olduğu kuyruğun başında barikat arkasında kadın polisler arama yapıyordu, diğer uçta da erkek polisler vardı, arkadaşı orada bırakıp diğer kuyruğa gidiverdim. Yıllarca alıştığımız usuller bu yeni salonda farklı işleniyordu. Aramalar çokta ciddi yapılmıyordu ama kadınların kuyruğu içi ıvır zıvır dolu çantaları yüzünden ağır ilerliyordu. Etrafta küçük çocuk gruplarıyla okullardan, yurtlardan gelenler de vardı, ufaklıkların araçlardan indikleri gibi Fener diye bağırışlarını görmek yüzümüzü gülümsetti.
Salon içine girerkende bir arama noktası daha aşılıp, bilet barkodları okutuldu ama biletleri hiç yırtmamaları ilginçti. Etraf sanki sinemaya gidiyormuş gibi yardımcı olan yönlendirici görevlilerle doluydu. Biletlerimiz takım benchine yakın olan, oyuncu çıkış tüneli üstündeki çapraz köşedeydi, bu noktayı geçen seferden gözüme kestirmiştim. Bu tribün girişinde de kapı ve başında bir görevli vardı, biletleri bu kısımdan olmayanları sokmamaya uğraşıyordu, o yüzden bazı başka bloklarda olan arkadaşlardan gelenleri sokmak için birkaç kere bilet aktarmalı dalavere yapmamız gerekti. O blokta biraz üstlerde kalıvermiştik, aslında ucuz kategoride olması ve takım benchi ile yeni açılan koltuksuz tribün noktası arasında heyecanlı bir yerde olması açısından güzel bir noktaydı, bu maç orayı test edip bu bloktan kombine satılıyorsa almayı düşünürüm diyordum ki, maç içinde o blok iyice hoşuma gidiverdi.
Maça daha 40 dakika kadar varken, sahada ısınıp şut atan oyuncular vardı, bir süre sonra sahaya toplu çıkış için ortadan kayboldular. İlk dikkati çeken hemen sol tarafımızda kalan geniş basın tribününün iki sırası haricindeki yerlerin masaları sökülerek koltuksuz çıplak bırakılmış tribün bölümüydü. Rytas maçı sonrası yazdığım şekilde Aziz Yıldırım o tribündeki koltukları söktürüp taraftara yer açacaklarından bahsetmişti ve görülen o ki bu kararlarını uygulamışlardı. Koltuksuz hali salon boşken bakınca görüntüye aykırı gibi duruyordu, ama böyle kalabalık maç günlerinde ve derbilerde o bölüm çok güzel içiçe dolabilirdi. Hele bir de oranın önlerinde sopalı büyük bayraklar sallayan gençleri görünce çok hoşuma gitti, yakınımızda ki bir tanesi black stockings (siyah çoraplılar) bayrağını sallıyordu. Yıllarca stadlarda özlenilen sopalı bayraklar sanırım Euroleague maçlarında izin verildiğinden ortamın havasını çok olumlu değiştiriyordu. O kısım henüz boş sayılırdı ama dışardaki Genç Fenerbahçeliler ve tezahürat etmek için oraya toplananlar zaman ilerledikçe boşluğu dolduruverdiler.
Bir yandan etrafa bakınıp inceleyerek zaman öldürüyorduk, içerideki taraftar sayısından fazlası hala dışardaydı. Diğer tünel tarafından giriş yapan İbrahim Kutluay yayın masasındakilerle konuşup bizim oyuncuların kullandığı tünele doğru yönelirken onu farkeden bütün Fenerbahçeliler gibi bizde ayaklanıp alkış tutmaya başlamıştık, İbo da sıcak ilgiye selamlarla karşılık verdi, yavaştan Aydın Hocaya baskı yapıp İbo'yu da men in black suit (siyah takım elbiseli adamlar) ekibine dahil etmemiz gerek dedik. Animasyon ekibi anonscusu zaman zaman birşeyler söylemek için konuşunca farkettim ki salonun en geniş hoparlörleri bizim olduğumuz taraftaki pota arkası üstlerindeydi, adam mikrofondan konuştukça, bizim de yanımızdaki ile bağırarak konuşmamız gerekiyordu.
Isınmaya çıkacak olan Montepaschi Siena anonsu ile salondan ıslıklar yükseldi, Fenerbahçe Ülker anonsu ile ise alkışlar..Fenerium'un bu maça özel ürettiği tshirt ile basketbol takımı ürünlerini tanıtan 3 tane genç salon içinde tur atıverdi, tribünden basket atma oyunu düzenlendi vs. Bunlar olurken pota arkasındakiler de yerlerini almaktaydı, ısınmaya başlayan takım içinden bazı oyuncuları tribüne çağırdılar. Ömer Onan, Oğuz Savaş, Mirsad Türkcan gibi yerli oyuncular ilk çağırılanlardı.
Ntvspor ekibi ve Murat Kosova'da masaya gelmişti, bazı oyuncularla sohbetini görünce acaba gene bir iddiaya mı giriyorlar dedim. Bayan basket takımımızın galibiyet anonsu salondan alkışlarla yanıt buldu. Büyük usta Aydın Örs henüz tribündeki yerini almamıştı, ortalıkta gezerek idarecilerle konuşuyordu. Bu arada birkaç genç bizim olduğumuz tribün blok önüne çıkıp pankart asmaya girişiverdiler ki, pankart asmak için gayet güzel bir noktadaydı, pankartı asıp tekrar pota arkasındaki yerlerine döndüler. Televizyondan gördüğümde farkettim ki Gop City pankartı asmışlar, bu Gaziosmanpaşalı grup bayan basket derbisinde de yakınlarımdaydı, bazen kendileri tezahürat girme isteğiyle garip işler yapıyorlardı, bu maçta da bir iki kere oldu. Paşalı Birol her zamanki gibi elinde kendi yapımı dövizlerle uzak tribünde gözüme çarptı, daha sonra bizim taraftaki pota arkasına kadar gelip etrafa yazıları göstere göstere geçiverdi ama ne yazdığına dikkat edemedim.
Bizim etrafımızda yavaştan dolmaktaydı, dışardaki arkadaşlarda geliverdi. Pota arkasında amigo Yücel'de sete çıkmıştı, iki parçalı bölüm halinde duruyorlardı, onun önündekiler haricinde biraz orta üstlerde kalabalık halde duran bir kitle daha vardı. Ayrıca maraton tribünü (bench arkasındaki tribün) ortalarında toplanan FBD (Fenerbahçeliler Derneği) içinde bir sürü tanıdık göze çarpıverdi. Eski Lacivertçiler ağırlığında olmak üzere oradan da biraz tribün katkısı oldu. Alper ağabey set önündeki yerini alırken eski zamanlardan Trt reklamlı lacivert formamızı giymiş Şadan ağabeyde ortalarında dikkat çekiyordu. Maç öncesi zaman zaman pota arkasından tezahüratlar girildiyse de çoğunlukla anonslar ve müzik yayını yapıldığından onlara fırsat kalmıyordu. Biz girdiğimizde biraz daha loş olan ortam ışıkların tamamıyla açılmasıyla çok aydınlık oluverdi, şut atan oyuncularımızın bazılarını gözlerini elleriyle perdeleyiverdi. Amigo Yücel müzik kes diye tempo tutturduysa da müzikleri kesen olmadı.
Euroleague resmi müziği i feel devotion çalarken, tüyler iyice diken diken olup heyecanla bizlerde kendimizi takımımıza adamaya bekler olmuştuk. Oyuncu kadroları anons edilirken Siena oyuncularının isimleri gürültüden duyulmuyordu, bizim takım alkışlarla anons edildi ama benim aklım 98deki tüm ışıkları kapanan Abdi İpekçi'de alevler içinden çıkan oyuncular görüntüsüne takıldı, öylesi daha coşkulu oluyordu. Aydın hoca yerini almış mı diye bakarken bizim Fenerbasket üçlüsünü yerlerinde gördüm ama Aydın Hoca'nın bu backsider ekibi biraz çaprazında kalıvermişti. Rasid Mahalbasic ile Engin Atsür bacak bacak üstüne atmış halde reklam panosu arkasından takımın ısınmalarını takip ediyorlardı. Bir ara salondaki ekranlarda Emre Belezoğlu'nu gösterince salondakilerden alkışlarla gözler nerede olduğunu tarayıverdi. Vip tribün üstündeki localarda o sol taraftayken, sağındaki locada başkan ve yöneticiler yerini almıştı.
Maç vakti geldiyse de salon %75 doluluktaydı, hala dışarda olanlar Abdi İpekçi'ye göre daha fazla kapı ve giriş kolaylığı olmasından istifaden; işten trafikten kurtulup gelenlerde gecikmeyle ilk periyot sonuna doğru en üstlerdeki boşluklar hariç tam kıvamına geldi. Maç öncesi sürekli konuştuğumuz, endişelendiğimiz mesele takımdan ziyade taraftar ile ilgiliydi. Acaba bunca ilgiye rağmen ne kadar etkili olunabilecekti, futbol taraftarlığı tarzından sıyrılabilecek miydik vs.. Hem de bu dolulukta oynadığımız kritik maçlarda alınan yenilgiler olmuştu ki bu ortama gelenlerin ilgisinin soğumaması için bu akşam herşeyin güzel geçmesini umuyorduk.
Çoğunluğu en üst katlarda 400lü bloklarda olmak üzere göze çarpan geniş boşluklar davetiyeleri olup maça gelmeyenler ve karaborsacıların elinde patlayan biletler nedeniyle idi. Maça bilet almak isteyip bulamayan, biletler bitti haberleriyle salona gelmekten cayan yüzlerce Fenerbahçeli olduğunu düşünürsek bu işlerin organizasyonlarını biraz daha ince yapmak gerektiği ortaya çıkmıştı. Alakalı alakasız yerlere, Fenerbahçeli olmayan kişilere davetiyeler dağıtılmaması için, taraftarlarımızın da ilgilerini istikrarlı bir seviyeye çıkartması gerekiyor. Geçen sezon bomboş ortamda oynanan Siena maçı ile bu sezonki ortam maç öncesi de bizim konuştuğumuz şeylerdendi.
Böylesine etkileyici bir ortamda Fenerbahçe sen çok yaşa canım feda olsun sana... sesleri yankılanmaya başladı. 10 Kasım günü ulu önderimizin anısına saygıyla kazanacağımız bir Avrupa zaferinin başlangıç dakikaları yaklaşmıştı. Saygı duruşu anonsu ile birlikte bütün herkes ayağa kalkıp, salondan çıt çıkmazken, zaman zaman stadta yapılan saygı duruşlarında tribünde konuşan, sessizlik içinde sahadaki birine bağırıp dikkat çeken tipler yoktu. Yalnız bir kişi uluorta vaziyette ortama tezat bir şekilde ayakkabısını bağlamakla uğraşıyordu ki, siena'lı stonerook dallamasını yanındaki Ömer Onan omuzundan çekiştirerek ayağa dikiverdi. Çalan cenaze marşının ardından futbol stadında milli marşın girilmesine alışkın olduğumuzdan burada farklılık oluverdi. Saygı duruşunun bitimiyle pota arkasından yükselen şehitler ölmez vatan bölünmez sesleri ortalığı çınlattı.
Kasap havası yapılmaksızın başlayan maç attığımız sayının ardından rakip hücumunun ıslıklanmaya başlanmasıyla nasıl bir havada geçeceğinin sinyalini verdi. Son efes final serisindeki şampiyonluk maçındaki gibi maçın başından sonuna kadar kimi zaman yoğun katılımla kimi zaman zayıf şekilde ıslık uğultu eksik olmadı. Eskiden beri sevdiğimiz Vidmar zaman ilerledikçe hayran kitlesini genişletmeye başladığını, bastığı smaç sonrası etraftan yükselen tepkilerden anlaşılıyordu; aslanım benim, koçum diyen erkekler kadar bayan hayranları da olmuş. Barcelona deplasmanında kazanmış, evinde 15000 kişi önünde oynamakta olan bir takıma duyulacak saygıyı hakemlerden ilk dakikalarda görmeye başladık. Uğultular arasında üstüste hücum fauller çalmaya başladılar.
Oyunda iki takımda sert savunma ağırlığında yoğunlaşınca az sayı ile skor düşük seyrediyordu, kaçan şutlara rağmen salondaki taraftarın hemen akabinde savunmaya gaz vermesi güzeldi, tabii bu biraz pota arkasında tezahürat etmeye çabalayan kitlenin sesinin sık sık boğulmasına, boşa yorulmalarına neden oluyordu ama maçın başlangıcındaki gidişat bunu gerektiriyordu. Bizim hücumlara çıkışımızla sallanan büyük bayraklar eşliğinde saldırsanaaa saldırsana kanarya, bizim için sienaya koysanaaa diye bağırılmaktaydı.
Oyunda biraz tıkanıklık yaşayıp geri düşünce alınan mola ve Mirsad'ın girişi tekrar bir ivme yakalamamıza yol açtı. Vidmar ve Mirsad hücum ribauntlarına da el sokunca sık sık ikinci şanslar yakalamaya başladık, doğal olarak bundan büyük keyif alan salondakilerde alınan ribaunt ile ikinci hücum çevrilmeye başlanınca ortamı alkışlara boğuyordu. Pota arkasındakiler arada bir maçla bağlantıdan kopsalarda salon genelinden oyuna yönelik gelen reaksiyonlara göre yavaş yavaş şekillenmeye başlayıverdiler. İlk başlarda söyledikleri sen sahada ben tribünde, ölümüne Fenerbahçe saldır yine Fenerbahçe... çok katılım almayıp anca kendi içlerinde sürmüştü. Hatta ikiye bölünüp hızlı hızlı yaptıklarında biraz birşeye benzedi.
İkinci periyot Oğuz'un oyuna dahil olduğu süreç sık sık onun üzerinden oynadığımız vakit potaya basket bıraktığımız birkaç hücum ardından rakip oyuncular onu biraz daha sinirlendirmeye başladı. Pota altında top aldırmama mücadelesinde eller kollar birbirlerinin önüne geçme çabaları derken Oğuz birkaç defa yeter be tavrıyla hakemlere şikayete yöneldi. Kenara alınan her oyuncu alkışlanıyordu, kimisi ise mücadelesine takdiren çoğunluğun ayaklanmasına sebep oluyordu, bizim Fenerbasketten Marko ise neredeyse bench arkasında ayaklanan ilk isim olarak göze çarpıyordu.
Aydın hoca kollarını birbirine kavuşturmuş klasik pozuyla oturduğu yerden maçı dikkatle takipteydi, onun önünde ve yanında oturanlar fazla ayaklanamıyordu. Kinsey'de girdiği vakitten itibaren istediği gibi sayı bulamadığı pozisyon ardından bütün enerjisini sahaya yansıtmaya başlayıp bir top çalabilmek için sürekli topa el kol sokuyordu. Taraftarı iyice gazlayan ise bu atmosferleri seven Mirsad oluyordu. Attığı sayılarla etrafa bakışları, beden dilini iyi kullanması coşkuyu katlandırıyordu. Mirsad kenara alındığı vakit maçı anlatan Murat Kosova'nın arkasındaki tribünlere doğru eliyle alkışlayın manasında işarette bulunduğunu gördüm. Zaten bunu yapmasına gerek dahi yoktu ama onun da Mirsad'ın oyunundan ne kadar etkilendiği belli oluyordu, ayaklanan tribünden alkışlar geliyordu.
Devre sonuna doğru oyuna giren çıkan bir sürü oyuncu olmuştu ve herkes az ya da çok katkı sağlıyordu, mesela maç sonunda Emir Preldziç aklımda fazla kalmamıştı ama Kaya'nın bile maça girip kısa sürede savunmanın sertlik düzeyine ve ribauntlara katkısı dikkatimi çekivermişti. Maraton tribünündeki FBD liler her ne kadar sahaya yakın bir noktada bir araya toplandılarsa da çok fazla ayaklanıp tezahürat etme olanağı bulamıyorlardı. Arkalarındakiler görüş açıları kapandığından şikayetle oturun işaretleri yapıyordu. Pota arkasından farklı bir tezahürat söylenirken mola sırasında girdikleri hiçbirşeye değişilmez senin sevgin bu dünyada... ile tezahürat değiştirdikleri bir sefer dikkatimi çekti. Bir de maç oynanırken bizim dikkatimiz bizim taraftaki potaya yönelikken oradan toplu halde yükselen uğultuyla ne oluyor yahu dedim, meğersem rakip takımın koçu çizgiyi aşıp sahaya dalarcasına bağırıp çağırınca onlar da hemen tepkiyi koyuvermiş, güzel bir andı. Pianigiani bu tepkiyle yerine dönüp gülümseyerek çömeldiği yerden maçı takibe devam etti.
İkinci periyot farkı açma çabalarımız onlardan gelen yanıtlarla bozuluyordu, iki sene önce Mersin'de oynayan Bo Mccalebb zaman zaman savunma dengemizi bozuyordu. Maç boyu olduğu gibi kimi zaman aldığımız topları basit hatalarla elimizden kaçırdığımız kaptırdığımız anlar oldu, tam fast break sayısı beklentisi ile bütün salon ayaklanırken yapılan hatalarla ahhlar vahlar arasında bütün herkes oturuyordu. Marko Tomas'ın üçlük ardından muhteşem bir smaçla bastığı hücumu salonu ayaklandırmıştı ama hakem sayıyı vermeyince herkes tepkilerini göstermekteydi. Şştt number sixty diye sırtında numarası yazan hakeme seslenmek buradan mümkün olmuyordu ama Caferağa gibi bir salonda bunu sık sık yapardık.
Savunmada gösterilen gayret yapılan değişiklerle artınca devreyi önde kapatan taraf olduk. Pota arkasından Fenerbahçe Oley sesleri yükselirken önümüzdeki tünele yönelen takımı ayakta alkışlarla bravo beyler diyerek soyunma odasına uğurladık. Salondaki maça yönelik reaksiyonlar bizim bulunduğumuz yerden gözlemlediğim kadarıyla hiçte fena sayılmazdı, ilk devrenin keyifli geçtiğini konuşuyorduk. Zaman zaman pota arkasındakiler biz faul atarken hoplaya zıplaya tezahürata devam ediyorlardı, bu duruma salonun kimi yerlerindekiler ayaklanıp sessizlik işareti yapıyordu. Bana göre faul atışları sırasında normal tezahürat etmek neyse de tam atış zamanı düşük volüme giderken aniden yüksek perdeden Feeeenerbahçem şak şak şak seeen çok yaşa diye dikkat dağıtıcı olunmaması gerekir, Herkesin bildiği türden kısa tempolu tezahüratlar bizim hücumlarla denk düştüğü vakit salon genelinden iyi katılım oluyordu. Karşılıklı tezahürat ise bir ara kendi aralarında yapabildiler.
Devre arası animasyon ekibinin idare ettiği saha içindeki şut oyununu izlemekle, resim çektirmelerle falan geçiverdi. Göbekli birinin karpuzlama atışlarını herkes gülerek takip ediyordu, salonun yarısı büfelere tuvaletlere doğru boşalmış gibiydi, devre arası skorborddaki rakamları incelemeyi seven biri olarak buranın skorbordlarını sevemediğimi söylemem gerek. Abdi İpekçinin ortada duran skorborduna nazaran buradakiler tribün tepelerinde olduğundan, uzak taraftakine dikkatli bakarak görebilsem de yorucu oluyor. Gene çeşitli anonslar, Fenerium'un bugüne özel ürünlerinin %25 indirimli olması falan defalarca başımızı şişirdi, koltukta oturup rahat rahat boğazı dinlendirerek bir sohbet etmeye fırsat olmadı. Büfeye gidip gelen arkadaş sularla beraber para üstü verilmediğinden gofretlerle dönmüştü. Bu salondaki işletmecilik zihniyeti de insanların bir şey alacaksa zorla ekstradan harcama yapmasına yönelik olduğundan tepki doğuruyor.
İkinci devre öncesi takımın gözükmesiyle gene alkışlanıverdiler. Fenerbahçem sen çok yaşa sesleri arasında başlarken takım gene içeri iyi dalışlarla ortamı canlandıran sayılar bulmaktaydı. Üstüste gelen basketlerle çift haneye ulaşan fark ortalığı alevlendirdi, tribünler cayır cayır yanarken yangın tüpünü kapan İtalyan koç molayı alıverdi. Kenara gelen takıma öyle bir coşku ile alkış kopuyordu ki Mirsad elinde havlu tribünlere sallıyordu.
Taraftarın ayaklandırmasıyla milyonlarca yapıldı, üstüne gelen hücumda Vidmar blok koyunca, benim gibi atılan sayıdan ziyade yapılan savunmayı alkışlamaya ayaklananları keyiflendirecek bir andı. İkinci devre kimi zaman rakip savunma arasında bir boşluk bulup pota altına bomboş sızıveriyorken, Vidmar veya bir başkası rakibin arkasında bile kalsa koşup kolay sayı şansı vermemek için hamle yapıyordu, bu şekilde birkaç blok yaptık. Farkı daha da açıp rakibi kopartmak adına taraftar da ıslık ve uğultu ile gaz vermeye iyice yoğunlaştı, pota arkasında önlerde bulunanlar dahi katılıyordu. Ardından top bize geçince biraz üstlerde duranların devam ettirdiği tezahürata katılarak sürdürüyorlardı. Tabii yandan bakınca pota arkası ortalardakilerin daha sürekli tezahürat yaptıkları ama kenarlara köşelere gidildikçe biraz daha duruldukları görülüyordu. Sensiz hayat bir işkence bestesini pota arkasındakiler koltuksuz alanın verdiği genişlikle melodi kısmında kopmuş vaziyette bir sağa bir sola yaptıklarında izlemeye değerdi.
Eğer bu gaz anında salon genelinde daha çok katılım olabilecek birşeyler tercih etselerdi heeep bu dünya hep yalan dolan... diye belli bir kalabalığın bağırmasından daha iyi olabilirdi. Zaman zaman amigo Yücel'in önündekilere söyletmek istediğindense, tribünün üstlerde duranların idaresine geçtiği anlaşılıyordu, oradan girilen bestelere yönlendirmek zorunda kalıyordu. Dilimde şarkıların gündüz gece.... diyerek devam ediyorlardı. Seni sevmek deli gibi yürek ister ve aşığım aşığım sana.. girdikleri zamanlamalar iyiydi. Ancak salon genelinde top rakipteyken ıslıklar daha baskın çıkıyordu, hücum sürelerini iyi defansla daraltıyorduk, işleri son saniyelerde zorlama atışlara kalacağı sezilince uğultu daha da artıyordu, ne yazık ki birkaç sefer bu zorlama atışlar isabetli oluverdi. Top kayıplarımız nedeniyle farkı daha fazla açamadık.
Yakınımızdaki medya bölümünde yazarlar yazılarını yazmaya başlamışlardı, anonscunun takımımıza alkış isteği ardından daha farklı avantajlı skor için susmak yok sesleri arasında son periyota giriş yaptık. İştahı kesilmeyen takım ve taraftar farkın yirmilere yaklaşmasıyla coştukça coşuverdi. Oyuna benchten girenlerin katkısı müthişti, giren çıkan herkes alkışa boğuluyordu. Fenerbahçe Oley sesleri yavaştan kuvvetliye doğru boğucu bir şekilde yükseliverdi. Rakip hücuma kalkarken amigo Yücel önündekilere ıslık diye işaretlerle yönlendirirken, maraton ortasındakilerde etraflarındakileri aynı şekilde baskıya yönlendiriyordu. Pota arkası ile maraton arasında karşılıklı yapılan bitmez tükenmez aşkımız tutmuştu, ama ayağa kalkmayan cimbomlu olsun diye bağırmaları ardından maç başında söyledikleri sen sahada ben tribünde ölümüne Fenerbahçe bestesi maratonla karşılıklı doğru düzgün yapılamadı, zira maç devam ediyor ve ıslıklar falan sesleri boğuyordu.
Melodi tempolarına geçip España Cani üstüne telli turna falan derken zaman ilerliyordu, Mirsad attığı sayılarla jestleriyle ortamı kopartmayı seviyordu, pota arkası sağa sola,aşağı yukarı, kollarla oooley tempoları falan gırla gidiyordu. Her ne kadar Mirsad'ın hücum ribauntunu alığ dışarıya adım attığı gibi dönüp şutlaması benim anlayışıma ters gelse de, adam yıllardır bizi alıştırdı. Güzel bir pınarbaşı yapmıştık ama böyle güzel ortamda dört tarafta doluyken yapmayı beklediğimiz Sarı-Lacivert-Şampiyon-Fener idi. Bir süre sonra bu sesler ortalığı yıkmaya başladı. Biz tam çaprazda kaldığımızdan neye katılacağımızı ilk başta kestiremesekte Fener diye bağıralım dedik, uzun bir süre dönüverdi, hatta daha uzun dönmesi gerekirdi ama alkışlarla kesilip herkes zıplayaraktan ooley oley oley şampiyon Kanarya seslerine çevirildi.
Dördüncü periyot ortasından beri ayaktaydık, hem maç heyecanı hemde tezahüratlara katılımla ayaklananlar çoğalmıştı, maraton tribünün ortasındaki FBD'liler ayaklandığından onların arkasındakilerde ayakta izliyordu. Sadece bize yakın olan köşede aile tribünü kısmı ve Aydın hocanın önündeki sıra oturuyordu. Aile tribünündeki bazılarının önlerindeki bayağı xxxl beden birine oturun göremiyoruz serzenişlerini farkettim, adam da ne yapayım oradakiler kalktı bizde göremiyoruz diyordu. Neyseki şansımıza bizim olduğumuz kısımda böyle sıkıntı tipler denk gelmedi. Yapılan anonsla 14bin küsür kişinin salonda olduğu söylendi(14785 miş).
Maçın son beş dakikasında aynen staddaki alt tribünler gibi yavaş yavaş ayrılanlar olmaya başladı.
Herşey güzeldi, ortam falan ama rakip doğal olarak mümkün olduğunca sayı bulup farkı minimuma indirme çabasına devam edince belli bir kitle olarak tekrar oyuna konsantre olmaya başladık. Haydi beyler defans diye bağıraraktan ıslıklar yükselmeye başladı, zor zar sayılar buluyorlardı. Bizim hücumda Mirsad'ın üçlük atışı pota arkasındaki hareketli kameraya çarpınca herkes bir an dumur oluverdi. Şimdi ne olacak derken hakem topu rakibe verince kameramana veryansınlar yükseldi, adam Mirsad'ın sinirle kendisine söylenmesine pardon diye eliyle özür diliyordu. Eğer olur da deplasmanda kaybedip ikili averaj vaziyetleri işin içine girerse o kameramanı ne yaparız bakalım dedik. Maçtan çıktığımızda bile kulaklarını çınlatanlar çoktu, zaten maçın son anlarındaki keyif biraz farkın azalmasıyla bozuldu.
Averajın önemli olduğu oyunda her basket kritik olduğu için belki pota arkasındakiler tam bu bilinçte davranmayıp artık zafer şarkılarını söylüyorlardı. İnandık size bu sene..., istersen eğlenelim davullarla zurnalarla... diyerekten maç sonuna geliverdik. Bütün salon ayaktayken sayı olmasını arzu etmediğimiz son hücumu basketle tamamlayıp farkı onüçe indirmelerine bozulduk. Takımı galibiyet alkışlarına boğarken, pota arkasındakilerde Fenerbahçe buraya diye bağırmaktaydı. Oraya yönelen oyuncular her zaman her yerde en büyük Fener sesleriyle çıkışa yöneldiler. Bizim oradaki çıkış tüneline doğru bravo alkışlarımızla salondan ayrıldılar.
Bizde çıkmadan önce lavabolara yöneliverdik, daha önce girmediğimden, çok geniş ve ferah olduğunu farkettim, maç sonu olmasına rağmen kağıt havluda vardı.
Altı defa karşılaşıp yenemediğimiz Siena eski kadrosundan önemli oyuncuları kaybettiysede sistemine uygun takviyelerle gelmişti. Onlar da yenilgisizdi, biz de. Sonunda böylesine bir atmosferden, coşku dolu arenadan tek namağlup olarak ayrılan taraf biz olduk. Gecenin sonunda yaşanan keyif etraftaki herkesin yüzünde, salondan hızla çıkan taraftarlarda belli oluyordu. Bu coşkulu tatmini alan kitle gelecek maçlarda daha da büyük bir şevkle bu salonun yolunu tutacaktır. Elbette taraftar kusursuz değildi, pota arkasındakiler de, salon genelindekiler de zamanla daha iyi evrimleşip ; kendi sahasını galibiyet almanın zafer adlandırılacağı bir yere çevirecektir. Karanlık günlerden "Aydın"lık günlere, daha nice zaferlere..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Emeklerine sağlık abicim.
YanıtlaSilHarika bir arşivlik başık oldu.
Teşekkürler.